27 Eylül 2012 Perşembe

FELSEFE I (Muğla Yerel Gazetesi, 03.08.2011)

      Hep düşünmüşümdür hayat tahmin edemeyeceğimiz kadar güzel olsaydı nasıl olurdu diye. Başta klasik kötülük olmasaydı iyiliğin ne anlama geleceğinin bilinmemesi klişesinden daha ileriye gidemesem de, fazla uzun sürmedi bu eşiği aşıp farklı anlamlar da çıkarmak. Hepimiz aşmışızdır elbet, ama bazı şeyler söylenilmeye ihtiyaç duyar; tekrar tekrar hatırlatılmaya, özellikle isteklerimizin ve hayallerimizin gerçekleşmediği; mutsuz olduğumuz durumlarda, çünkü bu anlardır bizde asıl farkındalık yaratan, bizi olgunlaştıran. Ben bunu biraz daha irdelemek ve bazı çıkarımlarda bulunmak istiyorum kendimce. Birbirlerine ne kadar zıt olsalar da, biri olmadığı zaman hayatın ne kadar anlamsız olacağını anladım, çünkü bu; duygusuz ve robot misali insanların sadece zaman geçirmek için yaşadığı, mümkün başka bir amacın olamayacağı bir hayat olurdu. Bir dengenin veya döngünün olmadığı bir hayat, hayatta var olan hiçbir şeyin şu ana kadar sahip olamadığı bir niteliğe kavuşması anlamına gelirdi: anlamsızlık. Siyah beyaz da değil; sadece tek renk görebilmek olurdu bu, ve ya görememek. Sürekli aynı duyguyu yaşamak, monotonluk… Ne denirse densin, öyle bir çizgi ki; ne iyiliğin ne de kötülüğün olmadığı bir hayat, duygusuz insanlar, amaçsızlık. Buradan da anladım ki, duyguları ve amaçları olmayan bir canlı, hele ki en büyük farkı düşünebilmesi ve zekâsı olan böylesine eksik bir insan var olamaz. Bu hiçlik durumudur, bu yüzden hiç öyle pembe hayaller içinde kaybolmamalı insan. Hayatın bize acıları da yaşatması bize mantıklı olmayı öğütleme şeklidir, kazanmayı da kaybetmeyi de bilmeli, çıtayı hep yüksek tutmamalı insan, kazanmak da var kaybetmek te var oyunlarda; bu hayatımız için de öyle, bilmeli, öyle bir nabız ki bu; yükselmek te var, alçalmak ta. Önemli olan nasıl oynadığın değil, ancak acısıyla tatlısıyla güzel olabilen bu oyunu nasıl bitirdiğin.

22 Eylül 2012 Cumartesi

FELSEFE II

      Fizyolojik olarak yaşayan her insan nefes alıyor. İstemsiz bir şekilde yapılabilen bir şey, belki de düşünebilme yetisinin bile ötesinde kimileri için. Nefes almak, konuşmamızı sağlıyor. Her insanın yapabileceği çok kolay bir eylem. Herkes konuşabilir, ve her insanın az veya çok egoları olduğu için böylelikle çok kolay eleştirebiliriz. Her insan gibi ben de sen de benmerkezci bir yapıdayız. Eleştirmek de konuşmanın bir sonucuysa, ve konuşmak da nefes alabilen hemen her insan için çok kolay bir eylemken neden yazarken de bu kadar rahat olamıyoruz? Ama yazarken çok rahat bir şekilde eleştirebiliyor insan, sürekli bir şeylerden şikayet edebiliyor sosyal medyada; Twitter'da, Facebook'ta, ve bir çok farklı sözlükte mesela. Hatta blog adreslerinde. Eleştiri yapmadan yazmak neden bu kadar zor? Çünkü çevremizdeki, sahip olduğumuz güzellikleri görmememizi engelleyecek o kadar muhafazakar kalıplara sıkıştırmışız ki kendimizi, engelleri birer fırsat olarak değil; birer bahane olarak görmüşüz kendimize. O kadar zayıfız ki, insanların çoğu, hepimiz birer mazoşistiz aslında. Acı çektiğimizi bile bile buna katlanıyoruz, hatta bazen melankoli hoşumuza gidiyor. Eleştirirken çok kolay yazabiliyoruz çünkü hiç birimiz sorunumuzu, isteklerimizi veya eleştirimizi açık yüreklilikle ve cesaretle karşımızdaki kişiye, ilgili insana söyleyememişiz, bu konuda bir şeyler yapıp talep etmemişiz. Güçlü gözükmek için çabalamak bizi çok yormuş. Tembelliğimizden durumu toparlamayıp bundan da zevk alalım bari demişiz ve melankolik olmuşuz. Halbuki güçlü olmak sadece cesaret ister, ve asla kendini kandırmanı gerektirmez. İşte bu yüzden yazmak yürek ister. Açık yüreklilikle yazmak cesaret gerektirir. Yazmadan önce dakikalarca düşünüp nasıl giriş yapacağını bilemeyen korkak hep böyle bir fırsata ihtiyaç duymuştur. Hala nasıl gözüktüğünün endişesini yaşamaktadır farkında olmadan.  Bazı yazarlar kanları ile yazarlar. Ve onlar okunmak değil, ezberlenmek isterler...